MÜZELER VE MÜZE UZMANLARININ AKADEMİK ARAŞTIRMACILIĞININ GELİŞTİRİLMESİ KONUSUNDA DÜŞÜNCELER

MÜZELER VE MÜZE UZMANLARININ AKADEMİK ARAŞTIRMACILIĞININ GELİŞTİRİLMESİ KONUSUNDA DÜŞÜNCELER

K. Levent ZOROĞLU*

Benim gibi, iş hayatına önce bir müze araştırmacısı (o zamanlar ‘asistan’ deniyordu) olarak başlamış, ardından akademisyenliği seçmiş olan değerli meslektaşım Dr. Mustafa Büyükkolancı’ya ithaf edilen bu armağan kitabına, kendisiyle ortak kaderi paylaşmış biri olarak yazılacak en iyi yazının bu konudaki deneyimlerimi ve fikirlerimi paylaşmak, önerilerimi sunmak olduğunu düşündüm. Bir başka deyişle, bizim müzecilikle ilintili olan akademisyenlik geçmişimizden yola çıkarak, müzelerde çalışan meslektaşlarımızın müzecilik ve akademik alandaki faaliyetlerinin günümüzdeki durumunu çok kısa olarak değerlendirdikten sonra, müzeciliğin nasıl olması gerektiği hakkındaki önerilerimi sunmaya çalışacağım.

Klasik Arkeolog olarak öğrenim gören meslektaşlarımız anımsayacaklardır; bizim kuşağımızın Klasik Arkeoloji ordinaryüs profesörleri, yani rahmetli Arif Müfid Mansel (1905-1975) ve rahmetli Ekrem Akurgal (1918-2002) ülkemizde akademik anlamda bu bilim dalının kurucuları arasındadırlar. Mansel 1925 yılında Saint Benoit Lisesi’ni bitirdikten sonra, Akurgal ise, 1932 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün dönemin başbakanı İsmet İnönü’ye Konya’dan gönderdiği meşhur telgrafın ardından Almanya’ya Klasik Arkeoloji eğitimi için giden, gönderilen hocalarımızdı¹. Bu yıllarda Türkiye’de, başta İstanbul Arkeoloji Müzesi olmak üzere, Osmanlı Dönemi’nde kurulmuş bir müze ile genç Cumhuriyetin devraldığı müze-depolar bulunmaktaydı. Bilindiği gibi, Mansel Berlin’deki doktorasını tamamladıktan sonra (1930) 12 yıl süreyle İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin o zamanki Müdürü Aziz Ogan’ın² (1888-1956) yardımcısı olarak bu müzede görev yapmış, daha sonra İstanbul Üniversitesi’nde Klasik Arkeoloji kürsüsünü kurmuştu. Akurgal ise 1940 yılında doktorasını tamamlayıp yurda döndüğünde, Ankara’da, 1935 yılında kurulan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde göreve başlamıştı.

Ülkemizde Klasik Arkeoloji eğitim-öğretiminin öncüleri olan bu bilim insanlarını burada kısaca andıktan sonra yazımızın başlığına dönebiliriz.

Bilindiği gibi, arkeoloji müzeleri, temel olarak arkeolojik alanlarda gerçekleştirilen kazılardan gelen malzemeyle beslenip büyüyebilen kurumlardır. Bu kazıların bir kısmı yıllar süren bilimsel projeler şeklindeyken, bir kısmı da kısa süreli kurtarma operasyonlarından ibarettir. Şu anda geçerli yasa ve yönetmeliklere göre, hangi kaynaktan olursa olsun, yani ister kazılarda bulunmuş, isterse satın alınmış veya kaçakçılardan ele geçirilmiş olsun, taşınır veya taşınması gereken bu kültür varlıkları en yakın bağlı müzeye nakledilirler. Yine bilindiği gibi, bu malzemeler müzelere intikal ettikten sonra, bazı süreçlerden geçirilmek zorundadır. Bir başka deyişle, bu malzemenin temizliği, onarımı, sınıflandırması, kayıt altına alınması; kısacası, bunların gelecek kuşaklara aktarılması için hem saklanma koşullarına uygun duruma getirilmesi, hem de belgelenmesi gereklidir. Bu çalışmalar tamamlandıktan sonra, söz konusu arkeolojik malzemeler ya sergiye alınır veya saklanmak üzere depolara yerleştirilirler³.

İşte, arkeoloji, kültür tarihi, geçmişteki insanların sosyal yaşamı vb. konularda belli bir mesleki bilgi birikimi olmayan sade yurttaşlarımızın herhangi bir değer atfetme durumunda olmadığı, ya da anlamlandıramadığı geçmişe ait arkeolojik malzemeler müzelerdeki arkeolog meslektaşlarımızın bu yöndeki titiz bilimsel çalışmaları sayesinde anlam ve kimlik kazanırlar. Böylece, geçmişte yaşamış insanların elinden çıkmış, onun kullandığı, çoğu zaman kendisini olmasa bile üretim bilgisini bir sonraki kuşağa miras bıraktığı bu malzeme, kültür varlığı’na dönüşür. Bu kültür varlıkları aynı zamanda günümüz insanının gelecek kuşaklara aktarması gereken ortak mirasıdır. Onun içindir ki, arkeoloji bir “kazı bilimi” olarak geçmişe ait kalıntıların ve diğer somut kültür varlıklarının araştırılması, gün ışığına çıkarılması olduğu kadar, hatta ondan da fazla, “bulguların ve buluntuların adlandırılması, anlamlandırılması ve değerlendirilmesi” işidir. İşte çok özet olarak ifade ettiğimiz ve müzecilerin gerçekleştirmesi beklenen çalışma bu yönde yapılması gereken ve akademik nitelik taşıyan bir iştir.

Konuya bu tanım çerçevesinde bakacak olursak şu soruları da sormak gerekir: Öncelikle, bu çalışmaların yapılması için müzelerimiz mimarisi ve iç donanımı buna uygun mudur? İkinci olarak müzelerde çalışan meslektaşlarımızın bilgi birikimi, araştırma yeteneği, daha da önemlisi, iş programı bu işi gerçekleştirmeye yetecek durumda mıdır?

Hepimiz biliyoruz ki, sayıları yüzün üzerinde bulunan irili ufaklı müzelerimizden bir kısmı son yıllarda gösterilen ciddi gayretler sonucu çok güzel sergi salonlarına sahip hale getirilmişlerdir. Buna karşılık müzelerimizin büyük çoğunluğu, eskimiş yapıları, olmayan donanımıyla, ne yazık ki, bir eski eser deposundan öteye geçememektedir. Diğer taraftan mükemmel sergi salonlarına sahip müzelerimiz de dâhil olmak üzere, Bakanlığımıza bağlı çoğu müzedeki malzemenin yukarıda öz olarak ifade etmeye çalıştığımız “bulguların ve buluntuların adlandırılması, anlamlandırılması ve değerlendirilmesi” noktasında dokümantasyonunun yeterli olduğunu söylemek de zordur. Daha önemlisi, birkaç müze dışında müzelerimizde saklanan arkeolojik malzemenin bilimsel kataloglarının yapılmamış, bu yönde de bir gayret sergilenmemiş olması da üzüntü vericidir. Doğal olarak, sadece 4 yıllık bir eğitim-öğretim süreci sonunda bir müzede çalışmaya başlamış bir meslektaşımızın bilimsel bir alt yapı gerektiren müze katalogu hazırlamasını beklemek, aşağıda sözünü edeceğimiz diğer olumsuzlukları da ekleyince, haksızlık olur. Benim öğrencilik yıllarımdan beri sürüp gelen bu mesleki ve kurumsal eksiklerimizin, hala yaşanan, bilinen ve söylenen gerçekler olması da ayrı bir üzüntü kaynağı oluşturmaktadır.

Gerçekten de müzelerimizin içinde bulunduğu olumsuzluklar salt müzelerde çalışan meslektaşlarımızın bilgi birikimlerinin azlığından ya da akademik yetersizliklerinden kaynaklanmamaktadır. Öncelikle birbirleriyle çok da ilintili olmayan kurumları bünyesinde barındırdığını düşündüğüm Kültür ve Turizm Bakanlığının içyapısı içinde kültür varlıkları gibi somut malzemeyle iç içe olan ve yurt sathına yayılmış, en aktif birimi olan müzelerin son yıllardaki sınırlı bazı iyi uygulamalar bir kenara bırakılırsa yeteri kadar ilgi gördüğünü söylemek zordur. Özellikle hiç olmazsa büyük ve içinde bulundurduğu eserler ve sergileme özellikleriyle öne çıkan müzelerimizin kendi içinde bürokrasi dışı, akademik yapıya benzer bir teşkilatlanmaya gitmesinde yarar vardır. Temel olarak müze yapısı içinde yapılacak, yukarıda saydığımız pek çok iş yükü olan meslektaşlarımızın müze dışında ve aslında “müzecilik dışı faaliyetler” diye adlandırabileceğimiz arazi incelemeleri ve acil kazı yapma işlerinden tamamen soyutlanmalıdırlar. Bu nedenle biz arkeolojik alanların, yani ören yerlerinin müzelere bağlı olmasının yanlış olduğunu, buraların birer açık hava müzesi olması dışında kapalı sergi salonları olan ve daha çok taşınır eserlerin saklandığı kurumlar olan müzelerden ayrı düşünülmesi gerektiğini, ören yerleri ve arazi çalışmaları için ayrı bir birimin kurulması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla müzelerde çalışan meslektaşlarımızın öncelikle çalışma ortamlarının yeniden ele alınarak düzenlemeler yapılmasına, iş tanımlarının günün koşullarına göre yeniden belirlenmesine, müzelerin de yalnızca sergi salonlarından ibaret olmayıp, içerisinde barındırdığı tüm malzemenin bilimsel ölçütler içinde değerlendirilmesinin gerekli olduğuna inanıyorum⁴. Buna koşut olarak müzelerde çalışan meslektaşlarımızın bilimsel becerilerinin geliştirilmesi yönünde ilk adımlar atılmış olacaktır. Saydığımız tüm bu başlıların Kültür ve Turizm Bakanlığının ilgili birimi olan Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nce hazırlanacak yasa ve yönetmeliklerle ve kurulacak yeni birimler eliyle çözülebileceğini düşünüyorum⁵.

Müzelerin birer eski eser deposu, müzecileri de onların bekçisi olmaktan kurtarılmasının yolu, müzelerin de akademik çalışma ve teşkilatlanma sistemine göre yapılandırılması olacaktır. Bunun için Bakanlık, özellikle eleman alımlarında şimdiki politikasını değiştirerek, iyi bir şekilde yüksek lisans ve doktora programlarını tamamlamış elemanların alımına yönelik yeni bir personel politikası oluşturmalıdır. Ayrıca, müzelerde veya Bakanlığın diğer birimlerinde halen çalışan meslektaşlarımızın akademik manada yetişmeleri, müzelerindeki eserleri en iyi biçimde değerlendirecek araştırmacılar olmaları için ciddi projeler hazırlanmalı, hatta bu konuda burs programları oluş- turmalıdır. Diğer taraftan, müzelerde saklanan ve kültür varlığı olarak kabul ettiğimiz malzemenin belgelenmesi, kataloglanması konusunda bir standart oluşturup, bunun tüm müzelerde uygulanmasının sağlanması, bununla ilgili olarak meslek içi eğitime ağırlık verilmelidir.

Bu ifade ettiklerimiz arkeolojik potansiyeli bize benzeyen örneğin Yunanistan, İtalya, İspanya gibi ülkelerde epey zamandır ve istisnasız bir şekilde uygulanmaktadır. Bu bakımdan belki de bizde de önceliği önemli malzemelerin sergilendiği büyük müzelerimize vermek üzere doktoralı uzmanların istihdamına olanak verecek yasal düzenlemelerin zaman geçirilmeden yapılması gerekmektedir. Ayrıca, pek çok ülkede olduğu gibi, müzelerle arazi teşkilatları birbirlerinden tamamen ayrılmalı, müze uzmanlarının müzelerindeki kendi asıl işlerine, yani müzedeki eserlerin bilimsel tanımlarının yapılmasına, katalogların hazırlanmasına, eserlerin bakım, onarım, depolama, sergileme gibi, müzeciliği ilgilendiren işlere yoğunlaşmaları sağlanmalıdır.

Konumuzu şu şekilde bağlayabiliriz: Öteden beri –benim veya değerli Büyükkolancı gibi- meslek yaşamlarına müzecilikle başlayan, burada, hem müzelerin çeşitli işleriyle uğraşıp, hem de bir üniversitede akademik bilgisini artırma çabasına giren, bunu başarıp akademik unvanlar kazanan meslektaşlarımızın sayısı az değildir. Fakat bunların pek çoğu çeşitli nedenlerle, müzede çalışmayı sürdürmeyip, üniversitelere geçmiş, bir bakıma müzecilikten kopmuşlardır. Şu anda sayıları az da olsa, halen müzelerde veya bakanlığın idari birimlerinde görevli, ayrıca akademik kariyer uğraşı veren, yüksek lisans, doktora yapan, tamamlayan, tamamladığı halde de teşkilatın çeşitli birimlerinde çalışmayı sürdüren arkadaşlarımızın olduğunu da biliyoruz. Öncelikle bu son gurupta olan ve mesleğinde akademik kariyer yapmış arkadaşlarımızın kurumlarında kalmayı sürdürmelerini takdirle karşılıyoruz. Bakanlık üst yönetiminden de beklentimiz, öncelikle bu son guruptaki arkadaşlarımızı bürokrasinin günlük, rutin işlerinden soyutlayarak, onların akademik birikimlerinden istifade etmenin kapısını aralamalarıdır. Bunun gibi, halen bazı meslektaşlarımızın üniversitelerde çoğu zaman gizli-saklı ve çok zor şartlarda yürütmeye çalıştığı lisansüstü eğitimlerinin Bakanlıkça desteklenmesi, hatta özendirilmesi de müzecilik alanında çıtanın yükselmesine büyük katkı yapacaktır. Bugün müzelerimizde bulunan paha biçilmez kültür varlıklarının yalnızca sahibi (ve bekçisi) olmak yetmez; aynı zamanda, onların bilimsel ölçütlere uygun olarak yayınlanması gerekir ki, asıl gerçek sahiplik de burada başlar⁶.

Sonuç olarak, Cumhuriyet öncesinde birikim kazanmaya başlayan, Cumhuriyetle birlikte ivme kazanan Türkiye Arkeolojisi’nin müzelerimiz ve buralarda çalışan meslektaşlarımız aracılığıyla daha da ileriye götürülmesi, çağdaş bir müzecilik anlayışının oluşturulması için onların yalnızca sergi salonlarından oluşan bir birim olmaktan kurtarılıp akademik bir yapıya kavuşturulmasıyla mümkündür. Değerli Büyükkolancı ve akademik kariyer yapan diğer meslektaşlarımız bunun mümkün olabileceğini kanıtlayan meslektaşımızdandır. Şimdi bu örneklerin çoğalması ve tüm Türkiye müzelerine yayılması en büyük beklentimizdir.

* Prof. Dr., Batman Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü, Batman-TR. E.mail: lzoroglu@yahoo.com

1- Arkeoloji ve bunun dışındaki çeşitli alanlarda yurtdışına gönderilen Türk öğrencilerle ilgili olarak Kansu Şarman’ın Türk Promethe’ler, Cumhuriyet’in Öğrencileri Avrupa’da 1925-1945 (İş Bankası Kültür Yayınları 2006) adlı kitabına bakılabilir. 2- Aziz Ogan, Osman Hamdi Bey’in ilk müdürlüğünü yaptığı Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi’ni bitirdikten sonra İstanbul’daki Müze-i Hümayun’da (Arkeoloji Müzesi) çalışmaya başlamıştı (1910). M. İnan, “Aziz Ogan”, Arkitekt, 1953  09-12, 217-218. Rahmetli Aziz Ogan’ın şimdilerde M. Büyükkolancı’nın kazısını ve restorasyon çalışmalarını yürüttüğü Ayasuluk Tepesi’ndeki kilise hakkında ilk Türkçe rehberi hazırlamış olması da ilginç bir rastlantıdır. 3- Eski anlayışta aynı zamanda kültür varlığı olarak tanımladığımız arkeolojik malzeme, bunların bir sanat eseri veya önemli/önemsiz olup olmadığı şeklindeki değerlendirmelere tabi tutulmaktaydı. Bu yüzden örneğin yalnızca Attik figürlü vazoları veya heykeltıraşlık eserlerini, John Boardman’ın deyimiyle “arkeoloğun tereyağı ve ekmeği olan” seramikten daha önemli gören, hatta Helenistik ve Roma seramiğini hiç önemsemeyen dönemleri de yaşadık. Bu nedenle günümüzde gelinen durumda, ne durumda ve ne oranda korunmuş olursa olsun, arkeolojik malzemenin “insan elinden çıkmış” olma özelliğini dikkate alarak değerlendirilmesi gerektiği kabul görmektedir. Winckelmann’ın da dediği gibi, bunların her biri kendi zamanlarının kültür ve sanat özelliklerini yansıttığı gibi, aynı zamanda insan yaşamının bir parçası olma niteliği de taşımaktadırlar. 4- Bu konu hakkında Sayıştay Başkanlığınca hazırlanan ‘Kültür Bakanlığına Bağlı Müzelerin Faaliyetlerinin İncelenmesi (1998)’ başlıklı bir çalışma bulunmaktadır. 5- Bu konularda, aynı zamanda zengin kaynak bilgisi içeren yayınlardan biri de değerli meslektaşım Mehmet Özdoğan tarafından kaleme alınan “Arkeolojinin Politikası ve Politik Bir Araç Olarak Arkeoloji” (Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2006) “Türk Arkeolojisinin Sorunları ve Koruma Politikaları” (Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2008) adlı kitaplar ile çok yazarlı “Toprağın Altındaki Geçmiş, Arkeoloji, Sorunlar, Öneriler, Kazılar” (Haz. N. Başgelen, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2006) adlı kitap önemli değerlendirmeler ve öneriler içermektedir. 6- Örneğin, Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü’nün organizasyonuyla yayınına başlanan Corpus Vasorum Antiquorum (CVA) ve Sylloge Nummorum Graecorum (SNG) genelde müzelerde çalışan ve seramik ve sikke konularında uzmanlaşmış arkadaşlarımız tarafından sürdürülmesi beklenen projelerdir.
 
Bu Makale “Mustafa Büyükkolancı’ya Armağan” kitabında yayınlanmıştır. Ege Yayınları İstanbul, 2015 S. 781-784

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir