Ümran Bigeç 04/06/2020

COLİN RENFREW HAKLI MI?

Eski eser, arkeolojik bulgu, buluntu… bugün hemen herkesin aşina olduğu kavramlardır. Bu ifadelere bir gazete küpüründe de rastlanabilir, kişi bizatihi eski bir yerleşim yerinde de ikamet ediyor olabilir (ki ülkemiz özgülünde bu oldukça yaygın bir durumdur). Elbette bu denli iç içe olmak arkeoloji bilimi için büyük bir avantaj. Hangi bilimin yararlandığı envanter ve terimler halk arasında sıkça kullanılır ya da insanların bu denli ilgisini çeker ki? Mesela kimyayı ele alalım,  sıradan insanların doğal ya da sentetik elementleri veya atom ile mineralleri üzerine konuştuğuna kaçımız tanık olmuştur? Pek değil. Buna karşın kentte de kırsalda da, gençlerde de yaşlılarda da, arkeoloji ile ilintili bir bilgi, bir hikaye muhakkak vardır. Höyük, çömlek, heykel, anıt denildiğinde illaki bir olay dinlenir. Geçmiş dönemlerden kalan bu eserlerin bir zamanlar bizim coğrafyamızda üretilmiş olması en acemice görünen eserin bile halkın ilgisini çekmesine yeter. Kaldı ki müzelerde sergilenen, yani şimdiye kadar açığa çıkarılmış arkeolojik eserlerin giderek kusursuz bir estetiğe sahip olduğu da görülüyor. Bu gerçeklik ve sahiplenme ülkemiz coğrafyasında ya da dünyanın herhangi bir yerinde benzer şekilde yaşanıyor. Nitekim bir klasik dönem Yunan heykeline bakan kim büyülenmez ki? Ya da hala işlerliğini koruyan bir Roma hamamı veya köprüsü nasıl takdir edilmez ki? Bu eserlerin estetik büyüsünün yanı sıra geçmişteki insanların (günümüze kıyasla) kıt kaynaklarla devasa kompleks yapıları nasıl inşa ettikleri hala insanlar için merak konusudur. Onların malzemeleri tanıması, renkleri-boyayı bulmaları, mimari hesaplamaları oldukça dinamik bir zihinsel sürecin ve yoğun emek örüntüsünün ürünleridir. Sayısız denemenin, pişirilmenin, yontulmanın nihai sonucudur.   Dönülemeyecek geçmişin sonlu ve sürdürülemez eserleridir ancak bu özgünlükleri eserler için gitgide küresel bir risk halini almaktadır. Öyle ki; geçen zaman, eserlerin varlık yokluk riskiyle karşı karşıya kalmasına sebep olmakta. Eski dönemlerde siyasi, dini ve ideolojik çıkarların hedefi olan kültürel miras giderek ticarileştirilmektedir.

Tarihi eserlere ulaşmak için teknolojinin olanaklarından, siyasi atmosferden ve yasaların yetersizliğinden yararlanılmakta. Tek bir tıkla define dedektörüne, patlayıcıya, kazı ekipmanlarına ulaşılıp kaçak kazı deneyimleri facebook gruplarında paylaşılmakta hatta bulunan eserlerin satışı bile yapılmakta! Üstelik Defineciler Derneği adı altında “kurumsallaşmaları” bile mümkün. Medyanın yanlış ve teşvik edici bir üslupla eser kaçakçılığı haberlerini, eserin tarihi değerinden ziyade piyasa fiyatlarını manşetlerine taşıması ve kaçak kazı yapan insanların TV programlarına konuk edip, akıl tutulması konuşmalar yapmalarına müsaade edildiğini görmek de mümkün.

Kültürel mirasın korunması da tahrip edilmesi de yeni bir şey değil. Koruma ve restorasyon faaliyetlerine dair ilk belgelenmiş girişimler MÖ 15. yy.a kadar uzanmakta.  Genç Firavun Thutmosis IV’ün, oluşturduğu ekip ile çokça çaba sarf ederek büyük sfenksi çöl kumlarından kurtardığı bilinmekte. Yine Mısır’da  MÖ 13.yy.da tarihi binaları, mezarları ve tapınakları tespit etme ve restore etme çabaları nedeniyle ” ilk Mısır bilimci” olarak tanımlanan II Ramses’in  oğlu Khaemweset’in;  Memphis, Meidum ve Saqqara gibi birçok tarihi yer ve Prens Kawab’ın heykelini restore ettiği  bilinmekte. Ayrıca restorasyon sonrası amaçlarını ve pratiklerini açıklayan ve gelecek nesillere de aynı duyarlılığı göstermelerini salık veren yazıtları bu alanlarda bulundu. Oldukça erken dönemlerde böyle bir restorasyon bilincinin olma nedeni; kralların iktidarlarını meşrulaştırırken geçmişin görkeminden yararlanmak istemesinin yanı sıra düzenin kaosu yenmesinin sembolik bir ifadesiydi. Bu anlayış Eski Mezopotamya krallarına da ilham verdi ve MÖ 6.yy.ın ilk yarısında Neo-Babil kralları da büyük ölçüde zarar gören tapınaklara yoğun bir restorasyon faaliyetine girişti. Bu faaliyetler profesyonelce  yürütüldü diyebiliriz.  Zira atalarının ruhunu kızdırmaktan sakınarak yürütülen restorasyon faaliyetlerinde eserlerin aslına bağlı kalındı ve çalışmaları kayıtlar altına alındı. Ebabbar restore edildi,  Nabonedus Hammurabi’nin bir yazıtını buldu ve kendini de kazılara dahil ederek Büyük Sargon’un bir heykelini bulup kayıtlara geçirdi. Elbette tüm arkaik dönem ve sonrası bu duyarlı faaliyetlerle geçmedi. Kültürel miras savaşlarda çok defa dini ve politik bir hedef haline geldi. Tarih; mağlup edilen ulusların tapınak yağmalarına, kütüphanelerinin yakılmasına, heykel ve anıtlarının yerle bir edilmesine çok kez tanık oldu. Peki bu neden yaşandı?

 Bir halkın öfkesini bireyden nesneye kaydıran şey ne?

Birçok neden sayılmakla birlikte, tahribin süregelen en yaygın nedeni: Kimlik siyaseti! “Ötekinin kültürü”ne dönük öfkenin ifadesi! Kültürel miras üretildiği toplumun kültürel kimliğini ve tarihini gasp etmek için hedef alınmakta. Üretildiği toplumun inancını, arzusunu hatta gündelik alışkanlıklarını yansıtan bu eserlerin ortadan kaldırılması ulusal hafızaya yapılabilecek en büyük saldırıdır. Böyle bir saldırı ile birkaç kuşak sonrasında kimlik dejenerasyonu sağlanabilir. Öyle ki; tapınakları, tanrı heykelleri, el yazmaları imha edilen toplumların, sonra gelen kuşaklarının  geçmişle olan bağlantılarını kaybetmesi mümkün. Bu amaçla çok kez hedef haline gelen İskenderiye Kütüphanesi’nin eserleri çok kez yakıldı ve talana ancak 4.yy.a kadar dayanabildi. Pagan inancını kökten kaldırmaya dönük yıkıcı eylemlerin hedefi oldu ve kaybın etkisi hala devam etmekte. Zira bugün okültistlerin cevabını aradıkları sorular o el yazmalarının küllerinde kaldı. Tabi tek zarar gören yerler kütüphaneler olmadı. MÖ 689’da Asurlar, Babil’i tamamen silmek için Fırat’ın seyrini Babil’e çevirdi ve şehre ciddi zarar verdi. Yine MÖ 586’da Nebukadnezar Yarusalem’i ve Süleyman’ın Tapınağını yıktı, ardından şehri talan etti. Yunan eserlerini hazinesine ekleyen Roma ise Gotlar, Vandallar, Burgonyalılar ve daha birçok kavmin saldırısından nasibini aldı.1789 Fransız İhtilalinde Ortaçağın çok sayıda başyapıtı krallık sembolü olduğu gerekçesi ile yakıldı. 2001 martında Taliban saldırısına uğrayan Afganistan’daki Bamyan Budha Heykeli  gibi,  2016’da IŞID’in vandalizminden nasibini alan Palmyra Zafer Takı da örnekler arasında. MÖ’den günümüze kadar kasıtlı yıkım fenomeni tekrar tekrar yaşandı. Ancak  bu saldırılar sadece örneklerdeki gibi inanç farklılıklarına dayalı saldırılarla sınırlı değil. 2003 ABD ordusunun Irak’ı işgalinde, Irak Ulusal Müzesi ve Bağdat Milli Kütüphanesi kendi halkının yağmasını deneyimledi. Ya da 2012 Suriye İç Savaşında Apamea’yı yine kendi halkı kalbura çevirdi.

20 Temmuz 2011’de yağmalanmadan önce Apamea. © Google Earth

4 Nisan 2012’de yağmalandıktan sonra Apamea. © Google Earth

Bahsi geçen örneklerden talanın sadece savaş bölgeleri ile sınırlı olduğu algısı oluşmamalı. Şüphesiz savaş hali, bu talanı kolaylaştırıyor ancak savaşın ve insani krizlerin olmadığı ülkelerde de miras tehdit altında. Bu bazen büyük organize suç örgütleri ile bazen çete aileler ile bazen de birkaç kişinin katıldığı kaçak kazılar ile yapılıyor. Tabi tek araç kazılar değil, müze hırsızlıklarıyla da talanı gerçekleştirmek mümkün. Peki bu nasıl oluyor?  Bu insanların kendi kültürüne saldırısını tetikleyen, onları motive eden ne? Bu pazarı yaratan kim? Bu sorulara ünlü arkeolog Lord Colin Renfrew’in bir yanıtı var; “kolleksiyonerlerin gerçek yağmacılar olduğu!” ve doğallığında bu pazarı yarattıkları.

Lord Colin haklı olabilir mi?

Kültürel mirasın karşı karşıya kaldığı tehditler hep var olmakla birlikte 20.yy sonlarından itibaren Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde artan savaş ve çatışma ortamı sorunu palazlandırdı ve küresel bir kriz haline getirdi. Öyle ki bu talan ve yağma, savaş ülkeleriyle de sınırlı kalmadı ve dünyanın en fazla arkeolojik kültür varlıklarına sahip; Anadolu, Çin, Kamboçya, Peru, Honduras, Mali gibi orta kuşak ülkelerinde de hız kazandı. Zira artık küresel bir “eski eserler ve sanat pazarı” oluştu ve bu pazar dünyanın hemen her yerinden gelen eserleri teşvik etmekte.  Bu eser, milattan önceye ait bir kil idol de olabilir, daha yakın tarihte üretilmiş bir tablo da…

Eski eser kaçakçılığı suçlarını inceleyen Wellington Victoria Üniversitesi Kriminoloji Profesörü Simon Mackenzie  ve Glasgow Üniversitesi Kaçakçılık Kültürü Projesi’ nden arkeolog ve sanat suçu araştırmacısı  Donna Yates ile ekibinin derledikleri verilere göre; kaçakçılık sektörünün üç aşamalı bir işleyişi var: kaynak, transit ve pazarlama. Kaynak; eserlerin kaçak kazıcılar tarafından elde edilmesi ile sağlanır ve süreç başlar. Aslında bunu sağlayan insanlar çoğu zaman eserin değeri hakkında bilgi sahibi dahi değil ya da bu eserleri direkt pazara sunamayacak nitelikte. Yates, bu kazıcılardan: “ eğitim yoksunu, ekonomik güvencesi olmayan ve kültürel mirasın sosyal değeri konusunda anlayış eksikliği olanlar” diye bahsetmekte. Kaynak, bu insanlar tarafından genelde kaçak kazılar ile sağlanır. Bunlar kent merkezlerine uzak, yeter derecede güvenlik tedbirinin olmadığı hatta aydınlatmanın dahi mümkün olmadığı tarihi alanlarda, bağlamlara onarılamaz  zararlar vererek artefaktları siteden kaldırarak eserleri elde etmekteler. Tabi bu yağmanın tek yolu değil. Nadir de olsa müzelerdeki güvenlik zafiyetlerinden de yararlanılarak herhangi bir kazı yapılmaksızın kaynak sağlamak da mümkün.  

Kaynak sağlandıktan sonra ele geçirilen eserler toplayıcılara yani karaborsacılara satılır ve burada transit başlar. Eski eserler genelde modern el sanatları, replika veya etnografik el sanatları olarak gösterilerek sahte evraklar düzenlenir. Bu evraklar eserlerin, hem ülkeden çıkışını hem de eserlerin uluslararası açık pazarlarda “yasal ve meşru satışını” mümkün kılar.  Ne yazık ki gümrük yetkilileri dahil birçok görevli gerçek bir tarihi eser ile sahtesini ayırt edebilecek uzman  bilgisine sahip olmamakla birlikte; kaçakçılık yapan bu suç örgütleri ile resmi görevliler arasında işbirliği yapıldığı da  basına birçok defa  yansıdı. Transit sürecinde ülkeden çıkarılan eserler aslında  hemen pazara sunulmaz. Oldukça karmaşık bir yol haritası ile ülke ülke dolaştırılır.

Kriminoloji bölümünden arkeolog Donna Yates bu sürece dair karşılaştığı bir  örnek harita için şu rotayı paylaştı: “Bir harita üzerine çizildiğinde, Hindistan’da yağmalanan bir heykelin önce Hong Kong’a, sonra Londra’ya, ardından Amerika’ya, sonuçta Avustralya’daki bir müzeye satılmadan önce kaçırıldığını görmek mümkün.” Çünkü ülkelerin yasaları birbirinden farklı ve buradaki pazarlayıcılar küresel ithalat ve ihracat sisteminin zayıflıklarını biliyor ve yolculuk bittiğinde  varılan son ülke genelde zengin Avrupa ülkeleri oluyor. Burdakiler varlıklı insanlar, koleksiyonerler, sanat galerileri veya müzeler; pazarın zengin alıcıları, talepkârları. Alıcılar, düzenlenen evraklarla eserleri alırken çoğu zaman bunların çalıntı eserler olduklarını bilir. Hatta müzeler bile! Evet, biliyorlar çünkü bugün eser kaçakçılığı ile mücadelede eserlerin kimlik bilgilerine dijital ortamda ulaşımını mümkün kılan birçok yazılım mevcut olmasına rağmen sorgulamadan eserleri almayı seçiyorlar.

 Peki müzeler eserlerin bağlamlarından bu kadar yıkıcı bir şekilde elde edilmesi dahil tüm süreci bilmelerine rağmen bu sürece nasıl ve neden dahil oluyorlar?

 Temel nedeni; 15. yüzyıla uzanan gelişmiş ülkelerin, kendilerinden farklı ve alt kültür olarak gördükleri ülkelere duydukları ilgi ve hala terk edemedikleri kolonyal zihniyetleri. Birçok ülkede arkeolojik farkındalığın bu denli yüksek olmadığı ve yeter derecede uzman bilgisi ile ekipmana sahip olunmadığı zamanlarda kazılar farklı ülkeler ile ortak yürütülüyordu. Ve buluntular paylaşılıyordu. Ancak partage/partaj denilen bu usül ülkelerin gelişimi ile birlikte geride kaldı denebilir. Bu durum, arkeolojik zenginliği yüksek olan Türkiye gibi ülkeler için oldukça faydalı sonuçlar doğururken bu konuda yeterli kaynağa sahip olmayan ülkeler için ciddi bir kaynak sıkıntısı doğurdu. Bu da dünyaca ünlü müzelerin dahi prestijini koruma kaygısı ile bu gibi pazarlara yönelmesine neden oldu. Yine bunun en bilinen örneği New York Sanat Metropolitan Müzesi  Euphronios Krateri ve Giacomo Medici Olayı’nı hatırlamakta yarar var ki bu sorunun vehametini göstermesi açısından da oldukça anlamlı. Şüphesiz müzeler kaynağı rahatlıkla sorgulayabilir ancak artık sıradan bir insanın da aynı imkanlara sahip olduğunu belirtmekte fayda var. Nasıl mı?

Birçok ülkede dijital imkanlar, araştırma süreçlerine entegre edilerek halkın kullanımına sunuldu. Carabinieri Sanatsal Mirasın Korunması Komutanlığı veri tabanı LEONARDO, INTERPOL ün Çalıntı Eserler Veri Tabanı  ya da her ikisinin girişimleri ile ortaya çıkarılan PSYCHE Projesi (Kültürel Miras İçin Koruma Sistemi) veri tabanları gibi birçok etkili girişim mevcut. Bunlar oldukça kullanışlı, halka açık, sürekli çevrimiçi ve eser kaçakçılığında aktif, sonuç alıcı projeler. Eserin menşei ve yasallığına ait verilere bu projeler üzerinden tek bir tıkla ulaşılabilecekken bu tercih edilmiyor ve bahsi geçen alıcılar suçun bir parçası olmayı tercih ediyor.  Aslında suçun bir parçası olmaktan daha fazlası.  Colin Renfrew’ in dediği gibi onlar bu pazarı yaratan talepkârlar ve yapılan bu eylem yağmacılık. Ancak bu, ne denli yağmacılık ise; kazıcıların temin etmesi de pazarlamacıların satması da halkın göz yumması da aynı derecede yağmacılıktır.  Çünkü bu zincirde belirli bir işbölümü var ve tek bir halkanın suçtan imtina etmesi sürecin çökmesini sağlar.

Aslında anlatılan süreç oldukça zahmetli ve eserlerin karaborsadan açık pazara sunulabilmesi için belli bir uzmanlık bilgisi gerekir. 19.yy’ da Napolyon gibi generaller, mağlup ettikleri ülkelerden ganimet olarak aldıkları tarihi ve sanat eserlerini gönlünce Fransa’ya götürebilmişti. Varlıklı insanlar tarafından da Yunanistan, Roma, Batı Asya, Anadolu gibi ülkelere yapılan seyahatlerde eski eserler daha kolay alınıp götürülebiliyordu. Zaman içinde küreselleşen dünya bunu biraz daha karmaşık hale getirmiş olabilir. Ancak değişmeyen şey;

Kültürel mirasın küresel ölçekte tehdit altında olduğu!

Referans ve İleri Okuma

Mackenzie, S. ve Yates, D. (2016), ‘Kültürel Nesnelerin ve İnsan Haklarının Ticareti’, L. Weber, E. Fishwick ve M. Marmo (eds), Kriminoloji ve İnsan Haklarının Routledge El Kitabı (Londra: Routledge )

Mackenzie, S. (2015), ‘Yasadışı Antika Ticareti için Kimberley Süreci’ne ihtiyacımız var mı? Ulusaşırı suç piyasalarının ve bunların düzenlemelerinin karşılaştırmalı incelemesinden çıkarılacak bazı dersler ”, F. Desmarais ed. Kültürel Mallarda Yasadışı Trafikle Mücadele: Dünya Mirasını Korumanın Küresel Zorluğu (Paris: ICOM).

Brodie, N. ve Mackenzie, S. (2014), ‘Kültürel nesnelerin ticareti: giriş’, Avrupa Suç Politikası ve Araştırmaları Dergisi (Erken Çevrimiçi Yayın)

Mackenzie, S. (2011), ‘Kültürel Nesnelerde Güçlülerin Suçu Olarak Yasadışı Anlaşmalar’, Suç, Hukuk ve Sosyal Değişme, 56, 133-53.

Mackenzie, S. ve Green, P. (2009), ‘Giriş’, S. Mackenzie ve P. Green (ed.), Kriminoloji ve Arkeoloji: Yağmalanmış Antik Eserlerde Araştırmalar (Oxford: Hart).

– Colin Renfrew ve Paul Bahn (2008), Arkeoloji: Teori, Yöntem ve Uygulama, Thames ve Hudson, Londra.

– Bruce G. Trigger (2014), Arkeolojik Düşünceler Tarihi, Cambridge University Press, Cambridge.

– Alain Schnapp (1996), Geçmişin Keşfi: Arkeolojinin Kökenleri, British Museum Press, Londra.

– Bruce G. Trigger (2014), Erken Uygarlıkları Anlamak: Karşılaştırmalı Bir Çalışma, Cambridge University Press, Cambridge.

                                                                                              ÜMRAN BİGEÇ / ARKEOLOG