Meslektaşlarım bilirler; “Ne iş yapıyorsun?” ya da “Ne okuyorsun?” sorusunun akabinde oldukça kafa karıştıran tepkiler ardı ardına gelir. Mesleğimiz zaman zaman “mezarcı”olur zaman zaman “defineci”… Dili dönmeyipte “alkolik misiniz?” diyene bile rastladım. Çoğu zaman da “yok mu bişeyler?” cümlesiyle karşı karşıya kalabiliriz, tabii ki o meşhur“götürmüyor musun?” (el hareketiyle) birlikte…
Şimdi şöyle düşünün; Hanginiz çalıştığı dükkândan ya da kendi dükkânından para çalar? Lafa gelince bu topraklar bizeatalarımızın yadigârı, emaneti denir. İnsan kendine emanet bırakılan yeri soyar mı? Bir kısım ise “onlar bizim atalarımız değil cavurdu onlar” diyerekten yapılan talana ve hırsızlığı adeta yüzümüze tokat gibi çarpan cevaplar verirler… Birinin dükkânından mal çalmak sadece işyeri sahibine zarar verir ama emek vererek topraktan çıkarttığın eseri çalmak tüm insanlık tarihine zarar verir. Çünkü onların hepsi kültürel ortak mirastır.
“Toprağın altındakiler onu bulanındır” mantığıyla ve “toprağın altındakiler her zaman insanlara gizemli gelmiştir” mantalitesiyle yaklaşılan bir meslek dalı nasıl gelişebilir? Daha önceki birçok yazımda da bu konu üzerine, yani eğitimle çözülebileceğini vurgulamıştım. Tekrara düşmenin bir faydası yok.
Arkeolog, zaten zor bulduğu bir işi yazın 45-50 derece sıcağın altında icra edene denir. Çizimci ve ofis işlerini yapanları tenzih ederim. Onlar da lazım sonuçta… Öğrenciyken üniversite kazısına gidersin. Yaklaşık 50-60 gün süren kazılar sırasında güneşten korunmanın yollarını öğrenirsin ilk defa. Daha sonra karşılaşacağın ilk şey mezar ve iskeletler. Bunları görmeden önce mezarlık yanından geçerken bile irkilirsin, korkarsın… Ama bu mesleğe adım attığından itibaren, bir mesleki deformasyon olan ölülere karşı, onları bir madde olarak görme güdüsü gelişiverir içinde… Daha sonra böceklere, akreplere, örümceklere ve bunun gibi birçok haşereye karşı savunma sanatını geliştirirsin… Su mataran senin en yakın dostun olur. Sabah saat 6’da araziye çıkarsın,2’ye kadar çalışırsın. Paydos gelince direk kazı evine gider dinlenirsin. Tabi ki de iş burada bitmez. Daha sonra günlük raporlarını hazırlar, çektiğin fotoğrafları düzgünce arşivlersin. Zaman zaman hocalarında isteği doğrultusunda akşamları diğer arkadaşlarına sunum yaparsın. Elinde olan kıt kanaat bilimsel yayın ve çeşitli kazı arşivlerinde, sabah topraktan çıkarttıklarını arar, onları benzetmeye, anlamaya ve tarihlemeye çalışırsın. Yorgunluktan ölürsün ama yine de vazgeçemezsin o işlerden… Gece kaç olur, artık Allah ne verdiyse… Kışın da derslerden fırsat buldukça kazı depolarında çizim ve arşiv çalışması yaptırırlar sana. İşin mutfağı olarak düşündüğünden gitmen gerekliliğini sorgulamazsın bile. Ta ki kazı bitince çalıştığın hoca sana “sırtımda yumurta küfesi mi var? Sana iş vermek zorunda değilim” diyene kadar… Hâlbuki senin çizimlerini bedavaya yaptığın hoca kitabında veya yayınında sana teşekkür etse yeter dersin… Ama o da olmaz… Bir de kafamı kurcalayan bir şey daha var. O da kazı başlangıcında elimize gelen banka kartını bir daha göremememiz… o konuya daha sonra ayrıntılı değineceğim…
Bu süreçte, şansının döndüğü zaman 12 ay süreyle devam eden kazılara gittiğinde de ağır bir şekilde devam eder. Bu kez mesleğini icra etmektesindir ve dışarıda binlerce işsiz arkeolog dururken sen çalışmaya başlamışsındır. Eski öğrenci kafası gitmiş, yerine bu işi bu mesleği profesyonel olarak yapmaya başlamışsındır. Ama değişen pek bir şey yoktur. Tatmin edilen gene aynı ego, uğraştığın sorunlar aynı sorunlar… Sıcak aynı sıcak, soğuk aynı soğuktur… Mesela 12 ay süren kazılarda kışın soğuk günlerde de çalışırsın ama “arkeoloji yaz mesleğidir” yargısı yerleşmiştir kafalarına. Yazın 50 derecede arazide olmanı isterler, kışın çok soğuk zamanlarda ofiste çalışmana göz yumarlar. Psikolojik baskılar, zorlu ve çetin arazi şartları seni meslekten koparmak için elinden geleni yapar. Yani insan faktörü ortaya çıkar. çünkü artık sen bir kulvardasındır hemde kalabalık bir kulvar…
Gene de şöyle bir genele baktığımızda aslında öğrencilik zamanındaki arkeoloji ile mesleği para karşılığında icra ettiğin zamanlardaki arkeoloji aynı… Sadece şu fark var; öğrencilikte“akşama ne yiyelim? Hocaya kıyma falan aldıralım da boğazımızdan mercimek ve makarna harici bir şey geçsin” derdindesindir. Ama mesleği maaş karşılığında yapmaya başladığında “arkeolojiyi halka nasıl indirebiliriz?” ve “bilimselliği nasıl arttırabiliriz”çemberinde döner sohbetler… Çünkü karnın toktur…
Neyse; sen bu kadar şeyle uğraşırken ki daha bu yazdıklarım devede tüy bile değilken, yazının başında da yazdığım gibi sorulara ve sorgulamalara maruz kalırsın… Hep neşeli hep maceralı sanılan meslektir bizimkisi… Ama bizi yakanı biliyorum. “Indiana Jones“ 🙂
Yazı: Simge Balcı ÇAKALOĞLU
Ege’de Sonsöz Gazetesi, 27.07.2015